BİR KUZEYLİ ADAM

                             (SİNOPLU MEHMET ÇAVUŞ)

 

 

     1914 yılına gelindiğinde, bu sahillerde eli iş tutacak erkek kalmamıştı.

Genç ve orta yaşlı erkek nüfus, uzun süren savaşlardan ya hiç dönmemiş ya da sakat dönmüştü. Bu nedenle geri kalan yaşlı ve sakat erkekler dul kalan kadınlarla nikah kıyıp onları ve yetimlerini koruma altına alıyorlardı. İşte bu nedenlerle, o günlerde erkeklerin çok evlilik yapması zarureten normal karşılanıyordu. Ayrıca nüfus hızla yok olduğu için hızla üremesi gerekiyordu. Bu çok kadınla evlilikte üreme iç güdüsüde hakimdi. Kızların ve erkeklerin erken evlenmeside üreme kaygısıyla oluyordu.

     Tarlaları sürmek ve hayvan beslemenin dışında üretim yoktu. Üretim yapacak erkek kalmadığı için bu işleri de kadınlar yapıyordu. Dağdan odun çekme işi bile kadınlara kalmıştı.

      Bu topraklarda ticaret para ile yapılmıyordu. Daha çok takas yoluyla alışveriş olurdu. Hatta bazı hizmetlerin karşılığı bile malla ödenirdi. Müslüman nüfus hep asker olduğundan, kadınların yürüttüğü hizmetler ve üretim zayıf kalıyordu. Bu nedenle Müslüman ahali fakirdi. Bölgede Rum ve Ermeni azınlıklar vardı. Bunlar askerlik yapmadığı için, ticaret ve zanaat onların elindeydi.

       Bu insanlar hayatları boyunca doktor yüzü görmezlerdi. Doğan çocukların büyük kısmı salgın hastalıklardan, bakısızlıktan ve açlıktan ölüyordu… Zaman zaman Kafkaslardan göçmen kafileleri gelir bu köylere yerleştirilirdi. Göçmenler arasındaki genç nüfus kısmi bir canlılık yaratırdı. Ancak bu göçmenler içlerine kapalı olduğu için yerli halkala evlilik yapmazdı. Sosyal ilişkileri hep kendi içlerine dönüktü.

                                                             ***

      İşte bizim hikayemiz; İsfendiyar dağlarının kuzey eteklerinde ve Karadenizin kıyılarında başlar. Hikaye yetmiş beş yaşının üzerindeki yaşlı demirci ustası ve O’nun üç oğlunun hikayesidir.

       Ahmet Usta’nın köyü denize yakın bir yerlerden başlayıp dağ yamacına doğru uzanıp giden dağınık bir köy’dür. Köy’ün bir ucundan öteki ucuna bir saate ulaşılır. Evler ahşaptır. Ormanların içinde kaybolmuş gibidir.

        Ahmet Usta köy’ün hem demircisi hem de muhtarıdır. Elli seneden beri muhtarlık görevini yürütmektedir. Bu uzun yaşına ve uzun sakalına rağmen demirci dükkanında insanlarına hizmet verir. Küçük oğlu Şaban O’nun yardımcısıdır. Yaptıkları işlerden para talep etmezler. Zaten para da yoktur. Karşılığında ya hizmet alır, ya mal, ya da dua alırdı. Bu nedenle Ahmet usta’nın halk arasında hatırı sayılır, sözü dinlenirdi.

        Ahmet Usta’nın Şaban askerden sağ salim yeni dönmüş, şimdi babası’nın sanatını öğrenmeye çalışıyordu. Erken evlendiği için dört çocuğu vardı.

         Ahmet Usta’nın iki oğlu daha vardı. Mehmet büyük oğluydu. Uzun süren balkan savaşlarında yararlı hizmetler gördüğü için O’na madalyalar verilmiş, çavuş yapılmıştı. Çok iyi okuma yazma bilirdi.

 

Uyanık bir insan olduğu için O’na “Cin Çavuş” derlerdi. Herkes O’nu bu isimle çağırırdı… İlyas ortanca oğluydu. Hasta ve çelimsizdi. Bu nedenle askere alınmamıştır. Ailenin hayvanlarına çobanlık yapmak görevi O’nundu.

         Ahmet Usta’nın geçinmesi büyüktü. İki çift Manda, üç çift Öküz, İnekler ve Keçi’ler vardı. Tarlaları bu koşum hayvanları ile sürerlerdi.

Odun da bunlarla çekilirdi. Ahmet Usta’nın At’ı görmeğe değerdi. Rahvan bir doru ata binerdi. Bu Hayvanların koşum işini çevredeki halk yapardı. Herkes bu işi yapmak için gönüllü olurdu. Çünkü bu ihtiyar adam onlar için çok önemliydi. Kışın yiyeceği biten gelir, Ahmet Usta’dan alır ve bir karşılık ödemezdi.

        Karadeniz’de evler genellikle iki katlıdır. Birinci kat ahırdır. Ahır’ın önünde geniş bir kurulak bulunur. Onun üzerinde insanların oturduğu yer bulunur. Evlerin büyüklüğü ailenin gücüyle ilgilidir. Ahmet Usta’nın evi büyük bir evdir. Altı odası, önünde bir ambarı, samanlığı vardır. Demirci dükkanı evin önünde ahşaptan yapılmış bir hangar gibidir.

       Her zaman ki gibi sabah ezanıyla kalktılar. Herkesin işi bellidir. Hayvanlara bakılır, sular doldurulur. Evin etrafı temizlenir. Sonra erkekler için kahvaltı sofrası kurulur.

       Ahmet Usta namazının duasını yapmaktaydı ki; küçük gelini Ayşe seslendi:

       “Kahvaltı hazır ağa buba”

       “Geliyorum Hanım kızım”

       Yemekler yer sofrasında yenirdi. Sabah sofrasında un çorbası, mısır ekmeği ve yoğurt vardı. Kahvaltı yapıldı ve “YA RABBİ Şükür” diyen sofrayı terk ediyordu. Tam bu sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bozuk bir Türkçe ile:

       “Ahmet Usta!.. Ahmet Usta!..” Diye bağırdı adam.

       “Kim o?” Diye sordu Ahmet Usta.

       “Benim Usta! Ben! Abaza Hasan!..”

       Bu arada Ahmet Usta pencereye çıktı. Abaza Hasan atının üzerinde bir asker edasıyla oturuyordu. Giyimi, kuşamı ile tipik bir Kafkasyalı idi. Kucağında tuttuğu Martin Tüfeği ve boynunda asılı duran gümüş saplı Çerkez kaması, fişekliği ile vakur bir ihtiyardı. Bıyıkları yanaklarına doğru kıvrım kıvrımdı.

      Atın arkasında bir eşek vardı. Eşeğin sırtında iki küfe bağlıydı. Küfenin birinde kömür, diğerinde tamir edilecek tarım aletleri vardı. Ayrıca; bir horoz, biraz meyve ve mısır unu vardı.

      Eşeğin yularından tutan, oniki yaşlarında bir çocuk vardı. Çocuk oldukça bakımsızdı. Ayakları çıplak ve pisti. Yoksulluğunu anlatmak ister gibi boynu eğri duruyordu.

      Ahmet Usta:

      “Geliyorum Hasan Efendi!” oğlu Şaban’a seslendi:”Körüğü yak oğlum Şaban!”

      Hoşbeşten sonra Demirci dükkanı açıldı. Ocak yakıldı. Aletler ocağa atıldı.

      “Ne demiş Atalarımız, Hem konuşup hem gem bükelim.”

      “He vallah doğru söylüyorsun,” dedi Hasan Efendi. “Doğru söylüyorsun da, konuşacak güzel şey kalmadı be Koca Ağa!”

      “Kalmadı be Abaza!”  

 “Düşün bir kere. Sadece benim mahallede yedi tane dul kadın var.Bir kaç sakat adam ve çocuklar! Çocuklar aç, çocuklar çıplak!”

        “Bu savaşlar,” dedi Ahmet Usta. “Bu bitmeyen savaşlar kadınları da asker yapacak. Yakın zamanda askere alınacak erkek kalmayacak.”

        Bu arada demiri ocaktan alıp örsün üzerine koydu. Oğlu Şaban’la karşılıklı dövmeye başladılar. Sonra tekrar ocağa attılar. Ahmet Usta homurdandı:

        “İslam ümmetinin selameti için gerekirse kadınları da asker yaparız.”

        İki ihtiyar adam çok kaygılı ve umutsuz bir eda ile konuşuyorlardı. Hasan Efendi, Kafkaslar’dan niçin kaçıp geldiğini, geride bıraktığı yurdunu ve insanlarını, köyünü anlattı. Anlatırken hüzünlendi. Sözcükler boğazına takıldı.

       “Rus Orduları!.. Rus Orduları,” dedi. “Acımasızca saldırdılar. Köyler yakıldı. Kadınlar kirletildi. Direnen herkesi kurşuna dizdiler. “İki yol var” dediler. “İki dar yol. Birincisi: Dininizi terk edeceksiniz… İkinci yol, soğuk memleketlere sürgün.”

      “Bir üçüncü yol vardı. O da ölümü beklemekti. Biz bir yol daha bulduk. O da Anadolu’ya doğru göçtü.”

      “Zor günlerdi Usta!”

      “Zor ki ne zor!” dedi Ahmet Usta. Tekrar ısınan demiri örsün üzerinde dövmeye başladılar. Tekrar ocak… Tekrar örs… Devam ediyordu.

      Hasan Efendi devam etti.

      “Ben mektep medrese görmüş bir adamım. Ama neye yarar. Yüzlerce dönüm ekili arazimi, sürü ile hayvanlarımı terk ettim. Yollar! Uzun ve bitmeyen yollar.

      “Ee!..” dedi Ahmet Usta. “Sonra nasıl karar verdiniz bu topraklara gelmeye?..”

      “Kurtuluş yoktu. Her şeyi terk ettik. Anadolu’ya yöneldik. Dedik ki: Oraya Türkmen bir çadır kurmuştu. Sağlam, büyük, sıcak bir çadır. O çadırın altına sığınalım dedik. Yollarda çok zayiat verdik. Kırıla kırıla geldik. Türkmen’in çadırına sığındık.

      “Sizin gibi kimler gelmedi ki?” dedi yaşlı adam: “Abaza, Çerkez, Gürcü… Kafkas kavimleri… Sonra Balkanlar. Oraf oraf gelen göçmenler. Hep bu çadırın altına koştular.”

      “Yurdunu terk etmek zor be Usta. Canının yarısı orada kalıyor. Kalıyor ama geldiğin yeri de kaybetmemek için güçleniyorsun. Direnme duygun artıyor.”

      “Başka gidecek yer kalmadı.”

       “Burayı, bu toprağı ölümüne korumak zorundayız.”

       “Son durak. Son kale bu”

       İşte bu son kale korunmalıydı. Buraya göçüp gelen insanların bir önemli özelliği vardı: Hepsi de yurtlarını terk edip gelmişlerdi. Vatan kaybetmenin ne acı bir şey olduğunu biliyorlardı. Yerli halka da bu acı göç hikayelerini anlatıyorlardı. Bu durum insanların vatanı koruma ve savunma gücünü artırıyordu.

                                                ***

     Akşama doğru köye iki atlı asker geldi. Yolda oynayan çocuklara muhtarın evini sordular. Çocuklar Ahmet Usta’nın evini gösterdiler. Askerler evin önünde attan indiler. Ahmet Usta onları görmüştü.   

Yanlarına gitti. “Hoş beş” yaptılar. Askerlerin biri cebinden yazılı bir kağıt çıkardı.

     “Bunlar,” dedi asker. “Bunlar askere çağırılanların listesi. Derler ki: Düşman Payitahtı zorlarmış!” “Ne yani! Padişahımız efendimizin olduğu yeri mi?”

      “Evet Muhtar!.. Payitahtı savunmak için yeni ordu kuruyorlar.

      Ahmet Usta listeyi gözden geçirdi. Onyedi kişinin adı vardı listede. Kendi iki oğlu da listedeydi. Mehmet ve İlyas. İlyas çelimsiz, zayıf yaratılışlı bir adamdı.

      Ahmet Usta çok kaygılandı. Uzun uzun boşluğa baktı. Sonra acı acı gülerek:

      “İçine tükürdüğümün kaderi” dedi.

Köye haber saldı. Askere gideceklerin isimlerini bildirdi. Toplanma yerlerini anlattı. Onlara uzun nasihatlarda bulundu.

       Köye derin bir sessizlik hakim oldu. Çünkü gidenlerin hiçbiri geri gelmeyecekti. Geride kalanlar kimsesiz çocuklar, yaşlılar ve kocasız kadınlardı. Bu kadınların namusunu korumak ayrı bir dertti. Çocukları doyurmak ve giyindirmek geride kalan yaşlı ve sakat insanlara kalıyordu. Üretim kadınların gücü kadar üretimdi. Kadınların yardımcıları çocuklardı. Çocuklar aç, çocuklar hasta. Bakımsız ve acınası çocuklar!..

       Etrafta gayri Müslim Rum azınlık yaşıyordu. Bunlar askere alınmadığı için zenginleşmişler, ekonomiye hakim olmuşlardı. Devlet zayıfladıkça Zaralı ve saldırgan olmaya başlamışlardı. İşte bu dul kalan kadınların; dağda, bayırda bunlardan korunması gerekiyordu. Gerekiyordu da, ama nasıl? Kiminle?

                                                ***

       Bir sabah alaca karanlıkta kafile köyden çıktı. Yürüyerek gidilecekti. Herkes torbasına yol azığı koymuştu. Toplanma yerine doğru yürüdüler. Yedi saat sonra kasabaya ulaştılar. Gece kasabada kaldılar.

          Ertesi gün, ikiyüzkırk kişi olarak bir gemiye bindirildiler. Gemide tahta döşemenin üzerinde yatıyorlardı. Uzun süren bir deniz yolculuğundan sonra başkente ulaştılar. Yollarda başka sevkiyatlada binmişti gemiye binlerce insan İstanbul Rıhtımına indiler. Perişan kılıklı, zayıf ve hasta insanlardı bunlar. Kafilelere ayrılarak kışlalara dağıtıldılar.

          Mehmet Çavuş kardeşi İlyas’la birlikte aynı kışlaya gönderildi. Mehmet daha önce madalya almış bir çavuş olduğu için eğitim çavuşu yaptılar.

          Çok basit askerlik talimleri yapıyorlardı. Yürüme, toplanma, korunma, tüfek tutma, nişan alma gibi basit eğitimler yapılıyordu. Uzun uzadıya atış talimleri yapamadan cepheye doğru yola çıktılar.

          Cephe Çanakkale idi.

                                                              ***

          1915

          Gelibolu Yarımadası:

          Dağ taş insan kaynıyordu, askerler devamlı eğitim yapıyorlardı. Mevziler kazılıyor, savunma hatları oluşturuluyordu. Komutanlar askeri cesaretlendirecek savaş hikayeleri anlatıyor, geçmiş kahramanlıklarla askeri yüreklendirmeye çalışıyorlardı.

          Geri hatlarda hastane çadırları kuruluyor, hasta ve yaralı askerler bu çadırlarda tedavi edilmeye çalışılıyordu. Ağır yaralıları başkente ulaştırmak için ulaşım kanalları oluşturuluyordu. 

  Mehmet Çavuş emrine verilen takımla sürekli eğitim yapıyor, Onlara bu savaşın ne anlama geldiğini anlatıyordu:

          “Şu karşıda duran gemilerde sizinle savaşacak olan askerler var!.. Onlar dünyanın dört bir yanından devşirilmiş ve kandırılmış insanlar!.. Amaçları bu toprakları işgal etmek ve medeniyet namına ne varsa yok etmek!.. Amaçları sadece yağma ve yıkımdır!.. Namus, adab, medeniyet namına ne varsa yıkıp geçmektir.

           “Bizim bir kutsal amacımız var: O da vatanımızı savunmaktır. Bu toprakları düşmana karşı savunmak! Namusumuzu korumak! Biz bu uğurda ölmeye geldik. Vatan için ölen herkes şehittir. Şehitlik en büyük nişandır. Cennete yüce Peygamber(sav) bizi bekliyor! Allah(cc) kazanızı mübarek etsin.

           Her tarafta aynı şeyler vardı. Herkes birliğine moral aşılamaya çalışıyordu. Biraz ilerde kıyasıya çatışmalar devam ediyordu. Yaralılar ve ölüler toprağı örtmüştü. Hücuma kalkan askerler, bu yerde yatanların üzerine basarak geçmek zorundaydı. Zaten kimse bunun farkında bile değildi. O anda herkes tüfeğini ve karşıdaki düşmanı görüyordu. Sanki dünyada başka hiç bir şey yokmuş gibi, inanç ve inatla ileriye zorlanıyordu. Çalıların içi, siperler insan ölüleriyle doluydu. Her yer tüfek, kasatura ve mühimmat parçalarıyla doluydu. Yerlerde yığınla boş kovanlar vardı.

         Mehmet Çavuş’un birliği boşalan mevzileri doldurmak üzere ileri yürüdü. Denizdeki düşman gemilerinden durmadan top atılıyordu. Gökyüzüne savrulan topraklar yere kan renginde düşüyordu. Çünkü ceset parçaları toprakla birlikte savruluyordu.

         “İleri!.. Hücum!.. Allaah Allaaah!.. seslerine” “Aahh!.. Yandım!.. Suu!.. Yardım edin!..” sesleri etrafı çınlatıyordu. Kelime-i Şahadet sesleri ve iniltiler etrafı çınlatıyordu. Mehmet Çavuş mevziye atladığında yığınla insan ölüsünün üzerinden yürümek zorundaydı. Bunlar kendi arkadaşları ve düşman askerlerinin ölüleriydi. Şimdi yerde, kavga etmeden, koyun koyuna yatıyorlardı.

        “Suuu!.. Allah için suu!.. Aliyullah için su!..”

         Mehmet Çavuş sesin geldiği yere baktı. Yağız bir delikanlı kanlar içinde yatıyordu.Bacağığnın biri diz kapağının üstünden kopmuştu. Karnına bir şarapnel parçası saplanmıştı. Mehmet Çavuş matarasına baktı. Su yoktu.

         “Boş! Allah kahretsin boş!” diye söylendi kendi kendine.

          Sonra hızlı hareketlerle yerde yatan ölülerin mataralarına baktı. Bir İngiliz askerinin dolu olan matarasını hızla çıkardı. Onu alarak hızla yaralı askere doğru gitti.

          “İç!.. Hadi iç!..”

            Asker suyu içti. Minnet Duygularıyla Mehmet Çavuşa bakarak

           “Ohh!..” dedi. “Sağol Çavuş!..”

           “Nerelisin asker?” dedi Mehmet Çavuş.

           “Erzincanlıyım Ben!.. Uzak bir dağ köyünden.” Sonra Mehmet Çavuş’un elinden sıkıca tuttu.

           “Ben de şehid olur muyum Çavuş?”

           “Vatan ve Allah yolunda ölen herkes şehiddir.”

           “Alevi olursa da şehid midir?”

           “Alevi olursa da şehiddir! Sen Alevi misin asker?”

           “He Çavuş’um Ben Aleviyim”

           “Ne fark eder. Aynı toprağı, aynı dini ve aynı medeniyeti savunuyoruz. Aynı Allah’a, aynı Peygambere inanıyoruz.

           “Doğru.” dedi zayıf bir sesle. “Aynı Allah’a, aynı Peygambere.

           “Allah ve Peygamber şehidlerini orada karşılayacaktır.”

           “Beni de mi?”

           “Evet Seni de.”

           “Ya Ali. O’ da beni karşılar mı?”

           “Evet. Ali büyük bir İslam komutanıydı. İyi askerdi. İslam için döğüşen yiğitleri elbette ki karşılar.”

            “Doğru.” Dedi Erzincanlı.”

“Doğru…  Doğru… Ohh..” dedi. Sesi kesilmişti. Mehmet Çavuş gözleri açık kalan Erzincanlının gözlerini kapattı. “Allah şahadetini kabul etsin kardeşim.”

            Dağ taş top ve tüfek sesinden inliyordu. Başını mevziden çıkaranın şansı yoktu. Düşman onbeş yirmi adım ötedeydi. Denizde gemiler… Ölüm yağdırıyor.

            O sırda binbaşı Ragıp bağırdı. Çok uzadı bu mevziyi alacaksunız! Hücum!

            “Allah Allah! Allah Allah!” sesleri ile fırladılar.Sağ kalanlar düşman mevzilerine atladı.

            Kıyasıya bir süngü harbi yaşanıyordu… Boğaz boğaza…Can pazarı…Her dilden inleme sesleri geliyor.Arada sırada komutanların titrek sesleri duyuluyordu:

            “Vurun Aslanlarım! Dayanın yavrularım! Toprağınızı gavura çiğnetmeyin canlarım!”

            Bir başka komutan birliğine haykırıyordu:

           “Peygamber sizi bekliyor! İslamın kahraman askerleri! Din-i İslam hakkı için vurun!”

           Bir zaman sonra mevziler düşmandan temizlendi.Yaralılar taşınıyordu.Düşmanın yaralılarını almasına izin veriliyordu.

                                                                      ***

           Akşam bütün hüznüyle yaklaşıyor,güneş Saros Körfezi’nin içinde kızıl bir tepsi gibi kayboluyor.Etrafta yoğun bir toz.Dayanılmaz bir leş kokusu.Gece ve sessizlik.Askere yiyecek ve cephane dağıtılıyor.Su veriliyor.Düşman mevzilerinde de aynı şeyler yapılıyor.Karanlık bastırdı.Korkunç bir sessizlik.Sanki gündüz mahşeri yaşayan yer burası değildi.Arka mevzilerin derinliklerinden yanık bir ses duyuldu.Bir asker hüzünlü bir Anadolu Türküsü söylüyordu:

           “Martinim duvarda asılı kaldı.

            Cehizim sandıkta basılı kaldı

            Sevgilim evinde yasılı kaldı

            Yar bizim kavuşmamız

            Mahşere kaldı”

            Bir başka yerden bir başka yanık ses:

            “Bizim ele doğru gidin turnalar!”diyordu.

            Yanık sesli bir asker yatsı ezanı okudu. Yatsı namazından sonra mevzilerde Kur’an okuyan askerlerin sesleri duyulmaya başladı. Asker yorgun ve mecalsiz… Sıkı nöbetçiler var. Silahlar dolu… Düşman hemen karşıda.

           Mehmet Çavuş siperde kardeşi İlyas’ı aradı. Onu buldu. İlyas tüfeğini iki eli ile tutmuş taştan bir heykel gibi çömelik vaziyette

bekliyordu. Dudakları çatlamış, benzi sararmıştı. Titriyor, konuşmakta zorlanıyordu.

           Mehmet Çavuş onu aldı. Kendi birliğinin içine kattı. Ona su ve yiyecek verdi. İlyas biraz rahatlamıştı.

           “Çok korkuyorum Mehmet Ağam.” dedi. “Korkuyorum!”

           “Faydası yok!” dedi Mehmet. “Korku seni güçsüz ve zayıf yapar. Şöyle düşün: Keçilerin peşinde bir kayadan düşebilirsin. Bir yılan seni ısırıp öldürebilir. Hastalanıp ölebilirsin. Yani ölüm her yerde be İlyas.”

           “Ama korkuyorum işte.”

           “Korkma. Burada bir amaç uğruna ölüyoruz. Kutsal bir görev uğruna. Şehitlik uğruna. Eğer cesurca dövüşür düşmanı haklarsan, herkes yaptığın kahramanlığı konuşur. Seni göreyim İlyas’ım; cesur olacaksın. Sadece tüfeğini ve karşıdaki düşmanı göreceksin.”

           “Deneyeceğim.”dedi İlyas. “Bu korkunun üstesinden geleceğim.

           Mehmet Çavuş anlamıştı. İlyas düşünce ve duygularıyla kendisini ölüme daha yakın hissediyordu. Bu durumda çok asker görmüştü. Ölüme meydan okuyanlar daha şanslı oluyordu. Teslimiyet kötü sonu yaklaştırıyordu. İlyas’tan umudunu kesmişti.

        Zaman zaman düşman gemilerinden atılan aydınlatma mermileri etrafı aydınlatıyordu. Şafak vakti gecenin sessizliği bozulmaya başladı. Gemiler bomba yağdırıyordu.

        Körfezin Kuzey bölümünde, yani kendilerine göre sağ cenahtaki kumsalda şafakla beraber büyük bir çıkarma hareketi başlamıştı. Mehmetcik çelikten bir duvar gibi düşmanın karşısında direniyordu. Türk topçusu çok isabetli atışlarla filikaları vuruyor, körfezin yüzü cesetler ve çırpınan insanlarla doluyordu. Denizin yüzü kıpkızıl kan olmuştu.

         Ama düşman yeni askerler sevk ediyor, kıyıya çıkmaya zorlanıyordu. Yarbay yanındaki askere seslendi:

          “Mehmet Çavuşu bulun bana”

          “Sinoplu Mehmet Çavuş mu?”

          “Evet! Sinoplu Mehmet Çavuş!”

        Bir zaman sonra Mehmet Çavuş gelmişti. Tabur imamı da oradaydı. Binbaşı ağladığını saklamak için hep uzaklara bakıyormuş gibi başını dik tutuyordu. Kendini toparlayarak konuşmaya çalıştı:

          “Canlarım! Yavrularım! Bu adamlar, bu kahraman memleket evlatları imparatorluğun dört tarafından kopup geldiler. Canlarını siper ederek memleketlerini koruyorlar. Ölüyorlar.Parça parça olanlar var…Onlara selamlarımı iletin. Sevgilerimi iletin. Hepsini çok seviyorum. Helallık istiyorum. Başlayacağımız büyük taarruz için hazır olsunlar. Mehmet Çavuş, sen ayrıca iki makineli tüfek nişancısı bul. Bütün birlikleri gez. İki keskin nişancı istiyorum.”

         Tabur imamı selam vererek:

         “Emredersiniz!”

         Mehmet Çavuş:

         “Emredersiniz!”

          İmamla birlikte askerin arasında, Mevzi mevzi dolaştılar. Onlarla sohbet edip halelleştiler.

          İmam anlatıyordu:

          “Biz kimsenin toprağına saldırmıyoruz. Vatanımızı savunuyoruz. İslamiyeti savunuyoruz. Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz!..”diyordu.

          Bir ara mevzinin birinde yoğunlaşma gördüler. Onbeş kadar İngiliz askeri oradaydı. Bunlar Senegalli zenciler, Hindu’lar ve Malaylar’dı. İmam İngilizce biliyordu. Onlara sordu:

         “Ne diyorsunuz? Nedir bu?”

          “Bize sizin kafir olduğunuzu söylediler. Biz Müslümansız. Sizin mevzilerden ezan sesini duyunca şaştık kaldık. Anladık ki siz de Müslümansınız. Hemen kaçtık. Eğer bir irtibat kurulabilse karşıda binlerce Müslüman asker var.” İmam emir verdi:

          “Bu adamları esirlerin yanına götürün. Doyurun. Yıkanmalarına yardım edin. Namaz kılacak yer gösterin”

          Belli ki ortalık gene hercümerç olacaktı. Bir taarruz hazırlığı yapılıyordu.

          Mehmet Çavuş askerler arasında dolaşmaya devam ediyordu. Keskin nişancılar arıyordu. Bir birlikte ona uzun boylu, fırça bıyıklı, esmer bir delikanlı gösterdiler. Çavuş ona sordu:

          “Adın ne?”

           Adam cevap vermedi. Boş boş baktı.

           “Türkçe bilmez” dedi bir asker. “O Türkçe bilmez.”

           “Hangi dili bilir?”

           “O Zaza’dır! Bingöllü.”

           “Zaza’ca bilen birini bulun bana.”

           Aradılar. Bir Elazığlı buldular. Zaza’ca biliyordu.

           “Adı neymiş? Sor bakalım” Elazığlı sordu.

           “Mehmet Ali!” dedi öteki.

           “Sor bakalım: makineli tüfek kullanabilecek mi?”Sordular. Cevap olumluydu.

           “Daha önce kullanmış çavuşum.”

           “Nerde?” Elazığlı sordu.

           “El-amara”dedi Mehmet Ali.

           “Şattü’larap. El- amara!”

           “Tamam” dedi Mehmet Çavuş. “Mehmet Ali ile Elazığlı; iki numaralı makinalının başına gidin!”

           “Emrin olur Çavuş’um.”

           İkinci bir nişancı aramaya başladılar. Siperler gezildi. Sonra birini buldular. Getirdiler. Sordu Mehmet Çavuş:

           “Adın ne?”

           “Ebubekir komutanım!”

           “ Nerelisin Ebubekir?”

           “Kerkük!”

           “Yani sen Türkmensin öylemi?”

           “Kürdüm ben.”

           “Türkçen çok güzel senin”

           “Türkmenlerle iç içe büyüdük biz. Mahallelerimiz iç içedir.”

           “Makinalı kullandın mı Ebubekir?”

           “Evet Çavuşum. İngiliz’e karşı kullandım.”

           “Kardeşim Ebubekir. Şu karşıdaki gemileri görüyorsun ya… Oradan çıkmaya zorlanan düşman İngiliz. Yani karşında gene İngiliz düşmanı var. Şimdi yanına iyi bir yardımcı bul ve beş numaralı makinalı tüfeğin başına geç.”

           Mevzinin kuzeyinde, yani sağ cenahta kalan kumsalda insanlık tarihinin en büyük çıkartma savaşı yaşanıyordu. Tabur komutanı

9.      

etrafındaki subaylara ve çavuşlara sesleniyordu:”o kumsala takviye yetiştirmezsek, düşman önemli noktaları ele geçirecek. Takviye yollarımızı kesecek. Onun için başkent yolu açılmış olacak. Bu savaşı kazanmamız, yarımadanın bu en dar noktasını elimizde tutmamıza bağlı. Önümüzde üç sıra düşman mevzisi var. Ne pahasına olursa olsun bu mevzileri aşıp kumsala destek ulaştırmamız gerekir. Süngü muhaberesi yapabilecek güçlü askerleri ön saflara yerleştirin. Mevziler üzerinden atlamak için kalın kalaslar hazırlayın. Osmanlı’nın kaderi bu çıkartmayı durdurmamıza bağlı. Haydi yiğitlerim! Haydi aslanlarım! Kazanız mübarek olsun!”

            Yarımada’nın yirmi km uzunluğundaki sahil kesiminde savaş tüm acımasızlığıyla devam ediyordu. Tarihte hiçbir toprak parçası böyle büyük bir inançla savunulmamıştır. Bir tek kişi bile kaçmayı düşünmüyor, önündekinin öldüğünü görerek boş kalan yeri dolduruyordu. Bunların birçoğu daha önceki savaşlarda tecrübe kazanmış ve olgunlaşmıştı. İçlerinde evli ve çoluk çocuk sahibi olanlar çoğunluktaydı. Düşmanın buradan geçmesi durumunda neler olacağını biliyorlardı. Bu bir var olma veya yok olma mücadelesiydi.

            Geride kalanlara özgür bir yurt bırakılmalıydı.

                                                                  ***

            Öğlene doğru ve Mehmet Çavuş ve öteki Çavuşları Binbaşı çağırdı. Tüm Subay ve Çavuşlar toplandılar. Binbaşı açıklama yapıyordu:

            “Önümüzde üç sıra düşman siperi var. Birinci sipere girenler süngü harbiyle düşmanı saf dışı etmeye çalışacaklar. Arkadan gidecek ikinci dalga sonucu beklemeden ikinci sipere dalacak ve Sonra üçüncü dalga, üçüncü siper.”

            “Emrin olur komutanım!” dediler. Herkes birliğinin başına gitti.

            Sanki yer yerinden oynamıştı. El bombaları, tüfekler, makinalı tüfekler, tabancalar… Kıyasıya, ölümüne… Siperlerde ölüler… Siperlerde yaralılar… “

            “İkinci dalga!..” diye inledi Binbaşı. “İkinci dalga fırla!”

            “Allah Allah” sesleriyle ikinci dalga fırladı! Birinci siperin üzerinden atlayarak ikinci sipere daldılar. Boğaz boğaza kanlı bir süngü savaşı devam ediyordu. Binbaşı bağırdı: Üçüncü dalga! Kalasları kullanın! Fırlayın! Sonra emir Subayına seslendi:

            “Takviyeler!”dedi. Kumsala sarkmak üzereyiz takviyeler gelsin.

             Bu boğuşmalar ikindi vaktine kadar sürdü.

            “Siperler temiz!”diye bağırıyordu bir Subay.

             Ama bu sırada düşman gemileri kesif bir top atışına başladı. Her taraf hallaç pamuğu gibi atılıyordu. Can pazarı yeniden kurulmuştu. Mehmet Çavuş bu hengame arasından acı bir çığlık duydu:

             “Mehmet Aaağam!..” Ses havadan yere doğru kayboldu. Çavuş koştu. İlyas’tı bu. Belinden kopan gövdesi havaya savrulmuş iki parça halinde yerde yatıyordu. Kardeşinin yasını tutacak zaman yoktu. Can pazarıydı.

                                              ***

             Siperler düşmandan arınmış, cesetlerle dolmuştu. Bizimkiler bir yandan yaralılarını topluyor, bir yandan da kumsala doğru sarkmaya çalışıyorlardı. Yıldırım gibi uçuyorlardı. Kumsalda mevzi tuttular. Mehmet Çavuş’un seçtiği makineli tüfekler çok başarılı işler yapıyorlardı. Kumda patlayan top mermileri havayı toz bulutuna çeviriyorlardı. Sanki göz       

gözü görmüyordu. Bu arada kuma saplanıp patlamayan mermiler de vardı. Ortalık ana-baba günüydü…

            Mehmet Çavuş büyük bir patlamanın ardından ileriye koşmak için doğrulmak istedi. Ayağının biri yoktu. Her taraf kanlar içindeydi. Eli ile ayağını aradı. Ayağı bileğinden kopmuştu.

            “Vuruldum!.. Vuruldum!..”

            “Çavuş vuruldu!” dedi bir asker.

             Mehmet Çavuş kendinden geçmişti. Orada ne kadar kaldığını bilmiyor. Kendine geldiğinde büyük bir çadırın içinde yatıyordu. Ayağı sargıda, ama kanlar sızıyordu. Diz altından kesilmişti. Acısını duymadı. Ayağı ilgisini bile çekmedi… Çünkü içinin acısı daha büyüktü. Çünkü İlyas’ını iki parça halinde bırakmıştı kumsalda. Onun havaya savrulurken ”Mehmet Ağam!” diyen sesi kulaklarında çınlıyordu. İlyas’ın dul kalan karısını ve üç çocuğunu düşündü… Düşündü… Sonra bir ter boşaldı alnından. Tüm vücudu ateş gibi yanıyordu.

            Tekrar kendinden geçti. Sayıklıyordu: “İlyas’ım! Kardeşim!”

            Yaşlı bir asker kanlı bir bez parçası ile alnındaki terleri silmeye çalışıyordu. Çadırın içi ve dışı inleyen yaralılarla doluydu. Kimsenin kimseye yararı yoktu. Gece hüznü ve yalnızlığı ile geldi çöktü… Her yeri derin bir kasvet sardı. Uzaklardan top sesleri karanlığı yarıyordu… Herkes; kendi korkuları, hüznü ve kaybolan umutları ile baş başaydı.

                                                                     ***

            Kasvetli bir yaz ikindisiydi. Tophane rıhtımında demirli duran eski bir vapurun bacasından koyu dumanlar yükseliyordu. Geminin bir yolculuğa hazırlandığı belliydi. Rıhtımda yerlere uzanmış yüzlerce sakat ve hasta askerler… Kanayan yaralar… Hüzün ve gözyaşı… Çoğunun aç olduğu belli oluyor. Soluk benizli, mecalsiz insanlar… Koltuk değneği bulanlar şanslı… Kiminin kolu yok, kiminin bacağı… Kimse kimse ile konuşmuyor… Herkes kendi yalnızlığı ile baş başa.

           Belli ki birçoğu memleketine ulaşmadan bu gemi yolculuğunda can verecekler.

           Akşama doğru geminin iskeleleri indi. Yolcular alınmaya başladı. Yolcular sakat ve hasta askerlerdi. Bunlar Çanakkale cehenneminin yiyip bitirdiği Anadolu çocuklarıydı. Gemiye girenler, gemi ambarındaki tahta döşemenin üzerine doğru yatıyor, yüz yıllık yorgunluğu atmak ister gibi uykuya dalıyordu. Belli ki buraya kadar ulaşabilmeyi bir şans sayıyorlardı.

           Yolculuk gece başladı. Çünkü; Karadeniz’deki Rus Donanması göz açtırmıyordu. Gündüzleri belli koylarda saklanarak geceleri yolculuğa devam ediliyordu.

           Hava sıcaktı…

           Hava tuz ve yosun kokuyordu…

           Mehmet Çavuş koltuk değneklerinin çaldırma korkusu ile başının altına koydu. Tahta döşemenin üzerine boylu boyunca yattı. Hemen uyumuştu.

           Rüyasında tarlada çift sürüyordu. İlyas mandaların yularından tutmuş ona yardım ediyordu. Uzaklardan çocuk sesleri duyuyordu. Yorulduğunu hissetti. Sert bir hareketle doğrulmak istedi. Ayağının yerinde olmadığını fark etti.

          Ama en çok İlyas için yanıyordu. “Ayak neymiş?” diye geçirdi içinden. “Keşke İlyas’ım sağ olsaydı!..”              

          Tekrar uyudu.

          Kaç gün yol aldıklarını bile unuttu.

          Bir şafak vaktinde gemi İnebolu önlerine demirledi. Onları bir kayıkla kıyıya çıkardılar. Sekiz on sakat askerdiler. Aç ve acılı; ve de yalnızdılar.

          “Askerlik şubesine gidelim” dedi birisi.

          “Tamam” dediler.

        Şubedeki görevliler onlara yemek verdiler. Yıkanmalarına yardımcı oldular. İnebolu halkı üstbaş temin ettiler. Çünkü bitlenmişlerdi. Sonra ilaçladılar. Uyumaları için yer ayarladılar.

                                       ***

        Günlerden Cuma idi. Yarnalı kayıkçılar İnebolu pazarına yumurta, zahire ve başka şeyler getirmişlerdi. Mehmet Çavuş Yarna kayıkları ile köyüne epeyce yaklaşabilirdi. Kayıkçılarla anlaştı. Birlikte Yarna’ya geldiler. Yarnalılar Demirci Ahmet Usta’ya haber gönderdiler.

        Ertesi günü kardeşi Şaban, Ahmet Usta’nın doru atını yedekleyerek Yarna’ya indi. Mehmet Çavuş’u Arnavut Abbas’ın balıkçı kahvesinde buldu. Çok ama çok uzunca bir süre konuşmadan birbirlerine baktılar. Tarif edilemeyecek duygular içindeydiler. Şaban ne yapacağını şaşırmıştı. Ağabeyinin ayağını mı yoksa dönmeyen İlyas ağabeyini mi sormalıydı? Birbirlerine sarılarak uzun uzun ağladılar. Hıçkırıkları kahvenin içini sarmıştı. Sonra Mehmet Çavuş Şaban’ın iki kolundan tutarak konuştu:

       “Biliyorum. İlyas’ı soruyorsun. Onu benim kopan ayağımla aynı kumsala gömdüm. Biz orada ölmeden mahşeri yaşadık. Bir deniz kumsalında şimdi…

                                                            ***

         Şaban, Mehmet Ağa’sının ata binmesine yardım etti.Koltuk değneklerini atın heybesine yerleştirdiler.İki kardeş derin kestane ağaçlarının arasındaki dar yoldan süzülerek kayboldular.

         Hava sıcak ve güneşliydi.

         Gökyüzü tertemizdi.

                                                              ***

         Mehmet Çavuş’un askerden dönmesinden on iki gün sonra Şaban’ın bir oğlu dünyaya geldi. Aynı günün sabahı Şaban’a bir asker kağıdı geldi. Şaban bu çocuğun babasız büyüyeceğini hissetmiş gibi;  “Kaderine razı ol yavrum.” Dedi. Ve adını Rıza koydu. Bir gün sonra üçüncü ordu, dokuzuncu kolordu emrine, doğuya doğru hareket etti. Aradan yüzyıl geçmesine rağmen Şaban’dan hiçbir haber alınamadı. Rıza gerçekten babasız büyüdü. Bugün torunları onunla ilgili sadece tahminde bulunabiliyorlar.

        Üç tane yorum yapıyorlar:

        Birincisi: Sarıkamış’ta donarak ölmüş olabilir.

        İkincisi: Ruslara esir düşerek Hazar’daki adalardan birinde fazla yaşamadan ölmüş olabilir.

        Üçüncüsü: Sibirya’lara sürülerek memleketinden umudu kesip, oralarda çoluğa çocuğa karışmış olabilir.

                                                                                                                      Yaşar ÖZTÜRK

 

yilmazozturk-1@hotmail.com                                                                                                                                                 http://kayabasikoyu.tripod.com